Invited Guest.



Share
 

 Invited Guest.

View previous topic View next topic Go down 
AuthorMessage
Adalicia Bérnard
iblis efendisi, doktor
iblis efendisi, doktor
Adalicia Bérnard


Invited Guest. Empty
PostSubject: Invited Guest.   Invited Guest. Icon_minitimeSun 22 Jul - 17:21

Invited Guest. LKvoB

Letje Franze & Adalicia Bérnard
Back to top Go down
Adalicia Bérnard
iblis efendisi, doktor
iblis efendisi, doktor
Adalicia Bérnard


Invited Guest. Empty
PostSubject: Re: Invited Guest.   Invited Guest. Icon_minitimeSun 22 Jul - 17:22

    Telaşsızdı o gece dakikalar.
    Saniyeler dakikaları kovalıyordu önce, dakikalar saniyeleri kovalamaya başlıyordu sonra. İki taraflı bir kovalamaca gibiydi. Hiçbiri galip gelmiyor, başa sarıyordu her şey. Sanki bir anda durmuştu zaman, dünya bırakmıştı dönmeyi. Bütün fizik kuralları yalanmışçasına gevşemişti zaman. Ya da yatağının üzerinde oturup zamanın hızlanmasını dileyen kadın o kadar sıkılmıştı ki, saniyeler saat gibi geliyordu. Tik tak, tik tak… Yansıması aynaya düşüyordu kadının, ilk göze çarpan şeydi; bukle bukle dalgalar. Tanrı en sevdiği kulunu yaratıyormuşçasına özenmişti kadının saçlarına. Saçlarının tutam tutam düştüğü yerde başlayan göğüsleri, en bol tişörtün altından bile rahatlıkla sezilebilecek gibiydi. Hiçbir gömleğin düğmesinin iliklenmesine fırsat vermeyen göğüsleri, kadının üzerindeki siyah elbisenin dekoltesinden fışkırıyordu adeta. Uzun kirpiklerinin ardına saklanmış yeşil gözleri, bakanı ateşe verecekmiş hissi yayacak kadar parlıyordu. Hayran olunabilecek bir kadındı aynaya yansıması düşen kadın, Adalicia. Ama suratı mutsuzluk saçıyordu, dudakları tatminsizlik dolu bir ifadeyle aşağı doğru sarkmıştı, o biçimli, öpülesi dudakları. O mutsuzken tüm dünya mutsuz olmalıydı, öyle bir enerji yayıyordu evrene. Oda bu mesaja uymuş gibiydi; kendini siyahlara bürümüş, yas tutuyordu. Dakikalar sonunda ilk kere kıpırdadı Adalicia, besbelli konuşmak için, kendi kendine konuşmak için dudaklarını araladı. Sözcüklerin fışkırması gereken o boşluktan devasa sivrilikte dişleri göründü. Küçük çocukların en derin kabuslarını kapsayabilecek dişlerdi, belki başka birinde olsa korkunç olabilirdi ama Adalicia dokunduğu her şeyi güzelleştiriyordu sanki. Dünya o olduğu için güzeldi, kuşlar her sabah Adalicia için cıvıldıyordu mutlulukla ya da güneş sırf Adalicia’yı görebilmek için doğuyordu her gün. Adalicia dışındaki kimsenin bir rolü yoktu dünyada, sadece figürandı herkes, yokluklarının eksiklik yaratmayacağı lanet olası figüranlar.
    Odanın duvarına asılı saat nihayet beşi gösteriyordu. Asla bitmeyecekmiş gibi gelen gecenin hüzünlü sonuydu işte. Küskün bir kadın, suratsız bir oda. Küskünlüğün, suratsızlığın nedeni neydi peki? Tanrıça misali süzülen bu kadın neden dokunduğu her şeyi altına dönüştürmek yerine her şeye bok sıçratmıştı bu gece? Yalnızlık. Kalabalığın ortasında yalnız olmak. Dört yüz doksan yaşında bir kadın için insanlar gelip geçici şeylerdi ama ömrünü paylaşabileceğin bir varlığın varlığı dünyada çok büyük farklılıklar yaratabilirdi. Uykusuz geçen her gece hüsran yerine mutlulukla bitebilirdi mesela. Dört yüz doksan yıldır, alışamamıştı yalnızlığa Adalicia. Hiç sahip olmadığı bir şeyi özleyebilir miydi insan? Adalicia özlüyordu, hayalinde yarattığı ama hiçbir zaman gelmeyecek olan adamı özlüyordu. Dokunmadığı bir adamın dokunuşlarını hissetmek istiyordu. Ama fazla mükemmeliyetçiydi Adalicia, kocaman ömründen sayısız erkek geçmişti, ikinci geceye kalabilen olmamıştı tabii. Bu kusursuz arayışı hayatındaki en büyük kusuru oluşturmuştu; yalnızlığı. Hayata bir kere daha lanet ederek yatağından kalktı kadın, onun kalkışıyla dünya dönmeye devam etti sanki. Ara verilmiş bir müzikal gibi, tekrar başlamıştı dans. Makyaj aynasının önünde kuğu misali süzülerek zaten kusursuz olan tenini en mükemmele çevirirken, müzikal en mutlu sahnelerini yaşıyordu adeta. Fakat Adalicia etrafında ya da hayalinde olan hiçbir şeyle ilgilenebilecek psikolojide değildi, yapılması zorunlu işler bekliyordu onu. Hani haberlerde çok önemli olaylar görürsünüz, engellenmesi gereken felaketler, kurtarılan hayatlar. Adalicia bu olayları izlemiyordu, yaşıyordu. Sahte kimliği ‘doktorluk’ adı altında milyonlarca insanı yeniden hayata bağlıyordu, nefesi kesilen, ruhları son yolculuğuna çıkmaya hazırlanan bedenleri tek bir dokunuşuyla döndürüyordu hayata, tek bir fısıltısıyla. Bir de gerçek kimliği vardı tabii, İblis Efendiliği.

    Erkek çocuk doğrulamadığı için soyu tükenmekte olan çok eski bir Fransız ailesinin son ferdi olarak dünyaya geldi Adalicia, doğumuyla beraber birçok hayal kırıklığı taşıdı yanında. Daha kundaktayken başladı ailesi dağılmaya, yine mi kız çocuğu? Erkeklerin soy derdi, soyadını devam ettirebilecek yiğit bir oğlan çocuğu isteği, minicik elleriyle her gördüğünün saçlarını çeken yaştaki Adalicia’nın bütün çocukluğunu mahvetmişti adeta. Ailedeki diğer kız çocukları gibi, unutulmaya, terk edilmeye hazırlanıyordu ki, ailenin bütün kaderini toptan değiştiren bir şey patlak verdi; Adalicia ilk kez konuştu. Yaşıtlarından erken başlamıştı konuşmaya ama olay gevşekçe ‘anna, babba’ demekte değildi, konuşmasıyla çıkan dişlerindeydi. Bir insanın sahip olabileceğinden milyon kat sivrilikteki dişleri, ailenin en büyük korkularının somut bir ifadesiydi sanki. ’Aile laneti. Belki cahillik, belki inanacak başka mantıklı bir sebebin olmaması nedeniyle Adalicia’nın lanet olduğu düşüncesi yayıldı bütün kasabaya, kimse ona dokunmaya cesaret edemiyordu. Her an öldürücü bir hastalığa yakalanabilirmiş korkusuyla, sanki vebalıymış gibi kaçıyordu herkes. Adalicia etrafında olan bitenleri idrak edebildiği ilk gün anlamıştı, ömür boyu yalnız olacağını. O zamanlar bilmediği şey ‘ömür boyu’ kavramının sonsuzluk olacağıydı. Bütün bunlara dayanamayıp kaçtı Adalicia, arkasında gittiği için rahatlamış bir aileyi bırakarak. Kendi çizgisini belirlemeye çalıştığı, tırnaklarıyla açtığı tümsekli yolda hayatını farklı rotalara sokan bir sürü şey öğrendi Adalicia, mesela annesinin erkek oğul umuduyla bir yabancıyla sevişmesinden dolayı dünyaya geldiğini, o yabancının aslında İblis olduğunu…
    Hatıralar. Zihnine kanla kazınmış, su yüzüne çıkmaması dilenen hatıralar. Adalicia, daha fazla düşünmek istemiyordu hayatının ilk yıllarını. Unutmak, geriye bakmamak, herkesin korktuğu, gücüyle dağları devirebilecek bir kadın olmaya devam etmek istiyordu, yalnız başına. Ne ara evden çıkmıştı Adalicia? Muhtemelen anılar denizinde kulaç atarken, adımları kulaçlarına uymuştu ve güneşin aceleyle yükseldiği göğün altında pırıl pırıl parlayan New York’un sokaklarına çıkmıştı. Soğuk rüzgar adeta yalıyordu cildini, gece boyu kullanıldığı için epey azalmış sıcaklık, güneşin bir kez daha boy göstermesiyle artışa geçmişti. Günün en güzel saatleri. diye düşündü Adalicia. Bomboş sokaklar, etrafta karmaşa ve uğultu yaratan insanların yokluğu. Eğer zaman durmak istiyorsa, tam bu an durmalıydı. NY’un ıssız sokakları, hep ıssız kalmalıydı. Sessizliği yarıyordu Adalicia’nın topuk sesleri. Seslerin yankılanışından korkan birkaç ürkek kedi, alabildiğine uzaklaşıyordu. Adalicia sessizliği istiyor diye, önündeki her şey çekiliyordu adeta. Ta ki geceden kalma bir öküz, bütün sarhoşluğuyla ona toslayana kadar. Bilerek mi toslamıştı, yoksa tamamen alkol mü yönlendiriyordu adamı, bilemiyordu Adalicia, tek bildiği adam ona öyle bakmaya devam ederse, bir daha dudaklarının arasından hiçbir içkinin geçemeyecek olduğuydu, dudaklarını birbirine yapıştıracaktı çünkü. Adam, Adalicia’nın bakışlarından korkmuş olacaktı ki koşar adım uzaklaştı. Suratında bir gülümsemeyle yoluna devam etti Adalicia, yıllardır yaşamanın verdiği tecrübeyle bir sokaktan sağa saptı ve o tanıdık sokakta buldu kendini. Manhattan, mucizevi bir yerdi. Neredeyse tüm dünyayı görmüş Adalicia’nın özleyebileceği nadir yerlerdendi. Bu yüzden New York’ta olduğu süre boyunca Manhattan’da yaşamıştı, yaşıyordu. Karşınıza her an, en beklenmedik şeyler çıkabilirdi. Kültür farklılığı bir yana bırakılmış, yüz binlerce farklı yapıya sahip ‘insan’ birlikte yaşamaya başlamıştı. Tabi durum bundan daha karışıktı, Aşağı Dünya halkının New York’taki favori yeri olduğu gibi kocaman bir gerçek vardı ortada. Unutulmuş bir otel, vampirlerin beslenme yeri olabilirdi, kurt adamların ‘in’i olmaya uygun binlerce yer vardı, Adalicia sık sık rastlıyordu güya ‘barış’ içinde yaşaması gereken ırklara. Hastaneye her gün onlarca ‘tuhaf yaralanma’ adı altında hasta geliyordu, Adalicia bakar bakmaz anlayabiliyordu, vampir ya da kurt adam ısırıklarını. Manhattan öylesine uygun bir yerdi ki ‘suç işlemek için.’ Adalicia’nın asla dinmeyecek merakı yönlendirmişti onu Manhattan’a. Ama bugün, evinden sokaklarca öte bu caddede olmasının tek bir nedeni vardı, Letje’yi görmek. Konuştuklarından iki saat erken gidiyordu, ama kahrolsun ki Adalicia hiçbir zaman dakik biri olamamıştı.
    Gökdelenler arasında kalmış iki katlı bir evin önünde durdu. Yavaşça yola dökülmüş insanlar bütün telaşlarını üzerine takınıp geçiyorlardı Adalicia’nın yanından. Kimse durup kadının nereye baktığına bakmıyordu, çok meşgullerdi belki. Ya da ‘unutulmuş bir fabrika’ kimsenin ilgisini çekmiyordu. Ah, Letje. Her zaman gözlerden uzak yaşamayı ilke edinmişti kendisine. Yalnızlığı seviyordu, Adalicia’nın aksine. Ya da hatırı sayılır sayıdaki düşmanlarına kolay yem olmamak için seçmişti bu gizliliği. Düşmanlar. Adalicia Letje ile tanıştığı anda onlarca düşmanın ortasında bulmuştu kendini. Bu kadın sadece bela getirmişti Adalicia’nın başına ama tatlı bir bela. Nedeni hala anlaşılamaz bir şekilde Adalicia çok bağlıydı Letje’ye. Kendine güveni, gücü, istekleri doğrultusunda kararan gözleri, hırsı ve bir miktar kibri. Hayatta istediklerini her zaman elde etmeye yeterli özellikler, yokluğun ve hiçliğin ortasından fırlamış bu derece güçlü bir kadın. Aldığı her nefesle fırtına etkisi yaratan, kendinden emin kararlar. Letje çoğu insanın aksine her şeydi. Adalicia hiçbir zaman güç manyağı olmamıştı, diğer İblis Efendilerinin çoğundan fazla bir güce sahipti ve daha yaşlıydı fakat daha sakin bir hayat sürmeyi tercih etmişti. Bu kız ise en toy olduğu zamanlarda bile dünyayı şiddetle sallayabilecek potansiyele sahipti. Belki de bu yüzden bu kadar seviyordu bu kızı Adalicia, belki de onun iyi olduğundan emin olmak için uğraşıyordu boyuna. Bilmiyordu. Üç kere tıklattı ahşap kapıyı, Ah bu kız her zaman düşkündü lükse. Kapı tokmağı gümüşten yapılmıştı, asalet ve kalite yayıyordu adeta. Gülümsedi Adalicia. Ve kapının açılmasıyla davet beklemeden içeri daldı. ”Yalnız mısın? diye sordu pat diye. Nedendir bilinmez Letje’nin hayatına yeni bir adam girdiğiyle ilgili çok büyük kuşkuları vardı Adalicia’nın fakat böyle bir şey varsa bile Letje’nin bunu anlatmayacağını biliyordu. Bu yüzden suratındaki kendini beğenmiş gülümsemeyi saklamaya gerek görmeyerek devam etti. ”Fazlasıyla önemli haberlerim var eğer uyanabildiysen tabii? Yüzünün her bir hattı güzellikle biçimlenmiş kadını inceledi. Kedi gözlerinin altında yatan yorgunluk ifadesini bastırabilen güçlü bir bakış. Her zaman dik durmaya alışmış bir beden. Çoğu erkeğin birlikte olmak uğruna evlerini satabileceği mükemmel bir fizik. Ah, ne kadarda hoştu bu kız. İşte benim kızım.
Back to top Go down
Letje Franze
iblis efendisi, new york baş iblis efendisi
iblis efendisi, new york baş iblis efendisi
Letje Franze


Invited Guest. Empty
PostSubject: Re: Invited Guest.   Invited Guest. Icon_minitimeMon 23 Jul - 6:40

    Günlerdir süren uykusuzluk artık düzgün düşünebilmesini bile engeller olmuştu. Letje çıplak bedeninin bir kozaymışçasına içine kıvrıldığı ipek çarşafları çekiştirdi. Ilık teninin üstünde buz gibi kayan ipek bir parça uykusu varsa bile onu da azletti sanki.

    Temiz çarşaflar terli tenini kaşındırıyordu. Letje yorgundu fakat zihninin uyumaya ikna edemediği bir bölümü sürekli tetikte, sürekli karanlığa odaklı beklemekteydi. Kapalı gözlerinin ardındaki dünyayı tüm gerçekliği ile özümsüyor, zihninde imgelere dönüştürüyor ve alışkanlıktan ötürü tehlike arıyordu. Vücudunda çoğu zaman hissedemediği bir ağrı kol geziyordu, her ne kadar savunmaya açık beklese de elini kaldırıp tek bir yumruk atacak kadar bile gücü yoktu. Kendisine engel olamıyordu, iblis efendisi sanki tüm benliğini o uzak geçmişte unutmuştu. Vücudu ile döne döne topak haline getirdiği çarşafların arasında istemeye istemeye hareket etti, sağ kolu uyuşmuştu. Büyük bir külfetmişçesine başını hafifçe sola yatırdı ve karşı duvara asılı saate baktı, sabahın üçü. Kuş tüyü yatağında hiç kimsenin hissedemeyeceği kadar rahatsız hissetti kendini. Dudaklarında alaycı bir gülümseme belirdi, neredeyse karanlığa bahşedilmiş. İblis efendisi terli avuçları ile yatağın kenarlarına tutunarak güçsüz bedenini doğrulttu, bir yandan da düşünmeden edemiyordu; bazı şeyler Letje ne kadar çabalarsa çabalasın, değişmeyecekti. İçten gelen bir alevle yanan, cehennemde kavrulmuş mücevherleri andıran o derin gözleri etrafına ilk bakışında lüksü görüyor olabilirdi, buna rağmen gümüş, kristal, yer yer elmaslar ve sedefler halinde perdelere saçılmış saf altın kötü anıları yüzeye çıkartmaktan başka bir işe yaramıyordu. Letje kendininki kadar uzun bir ömre bile fazla gelecek kadar acı çekmişti. Her soluk alışında, her dokunuşunda, her görüşünde geçmişi yaşıyorsa bunun sebebi iliklerine kadar içine kazınmış o kaskatı hissettiren acıydı. Tedavisi olmayan, ufacık bir çizikten ibaretken gittikçe genişleyip zehrini yayan, Letje’yi bir bütün olarak yutmaya hazırlanan, kor ve gölgelerden meydana gelmiş bir canavara dönüşmüş… Derin derin soluk aldı iblis efendisi. Teninin altında muhafaza ettiği o saf güç özgürlük talep edercesine şahlandı ve tüm o görkemin ortasında bir kuklaymışçasına cansız duran bedenin etrafında kanatlandı. Letje ani güç patlaması ile odayı kol gezen o sıcacık doruğu hissetti. Önce bir esinti gibi odayı kol gezen gücü kısa zamanda kuvvetli bir rüzgara dönüştü. İpek çarşaflar bedeninin etrafında can çekişircesine karanlığa savrulurken Letje rüzgarın yüzüne savurduğu saçlarının ardında tepkisiz kaldı. Üstüne garip bir sakinlik çöktükten sonra gücünü, denize attığı ağı toplayan bir balıkçı gibi geriye, kalp çakrasına doğru çekti.

    New York şehrinin Aşağıdünyalı nüfusunu oluşturan her bireyi böylece hissetmiş oldu. İfadesiz yüzünde kanlı bir cehennem çiçeği gibi açan gülümsemesi tatminkardı, kendi gücü, hayranlık duyduğu tek şeydi. Öyle ki, dibe vurduğu anlarda aynaya bakması yeterliydi iblis efendisinin. Dipsiz bir kuyuyu andıran gözleri tüm insanlığın güce duyduğu arzuyu besleyen bir yuvaydı adeta. Letje kollarını çıplak vücuduna sardı ve kendini kana bulanmış bir sunak gibi hissetti. Günahkarların kefaretlerinin kesildiği ve cennete sunulduğu o idam masasında en tamahkar, en hapsedilesi, en arındırılası ruh kendisininkiydi belki de. Buna rağmen yüz yıllardır hayatta kalmayı başarıyordu iblis efendisi. Yaşamını tehlikeye atan her engelden kurtulmuştu. Tarih boyunca arkasında öylesine kanlı bir iz bırakmıştı ki kendisi bile dönüp bakmaya korkuyordu. Yersiz bir korkuydu bu zira ölmüş olanlar, kaybetmiş olanlardı. Letje onları bir kez yendiyse kendi zihnine saldıran o hayaletleri de çok rahat def edebilirdi. O an kafasının içine temiz hava üflenmiş gibi hissetti. Belki de uyku mahmurluğunun sebep olduğu o kalın sis dağıldı ve daha sağlıklı düşünebilmeye başladı. İlk fark ettiği şey ise eşyaların dört bir yana saçılmış olduğu odasının dağınıklığı oldu. Letje bezgin gözlerle etrafına baktı ve odasında fazla eşya bulundurmadığına dair garip bir memnunluk hissetti. Yavaşça ayağa kalktı ve eşya dağınıklığı arasında beyaz satenden sabahlığını buldu. Üzerine geçirip önünü kapattıktan sonra çıplak ayaklarının altında serin parkeyi hissederek odasından dışarı çıktı.

    Muslukları altın kakmalı olan mutfağa girdiğinde Letje büyükçe bir bardağa alabildiğine kahve doldurdu. Önceden yapıp dolabında istiflediği kahvelerin sıcak veya soğuk oluşu pek umurunda değildi. Geçmişte yaşamak durumunda kaldığı hayat ona bazı zevklerinden vazgeçebilmeyi öğretmişti zira. Damak tadı yoktu Letje’nin, yediği veya içtiği şeylerden de pek tat almazdı zaten. Yıllar süren zindan işkencelerinin ve o hayvanların bile yemeye çekindiği mahkum yemeklerinin payı vardı bunda. Tek ihtiyacı biraz daha zinde olmasını sağlayacak kafeindi. Bu yüzden elinde tuttuğu, avucunun teri ile soğuğu birleşen bardağı yüzüne değdirdi, ardından da büyük bir yudum aldı. Keskin gözleri kısa bir an için evinin zifiri karanlığında dolaştı. Letje uzun ömrüne kıyasla pek de bayağı gelmeyecek birkaç senesini zifiri karanlıkta geçirdiğinden gölgelerin ardını görebilmeyi öğrenmişti. Dudaklarına bulaşan sıvıyı bileğiyle kuruladı ve oturduğu tezgahın üstünden yere atlayarak oturma odasında rahat bir koltuğun üstüne çöktü. Varlığıyla gurur duyduğu yalnızlığı bir kez daha karanlığı paylaşmaya davet etti ve geçmiş de davetlisini izledi. Letje görmeyen gözlerle karşısındaki cam duvara baktı. Ay ışığı iblis efendisinin bembeyaz tenini tek bir dokunuşta parçalanacak kadar kırılgan gösterirken Letje o tenin aslında ne kadar dayanıklı olduğunu kanıtlayan anıların arasına gömülmüştü bile.

    Çoğu iblis efendisinin aksine ilk yıllarını unutmamıştı Letje. Aksine bakılırsa uzak geçmişin anıları sahip olduğu en berrak anılardı. Öyle ki, her geçmişe seyahate çıktığında o zamanlar hissettiği ehlileşmemiş, çiğ duyguları tekrar tekrar yaşardı. New York’un akıl almaz manzarası evi boydan boya çeviren o cam duvarlardan içeri dolarken olan, tam olarak buydu. Letje, Rusya’nın acımasız taşrasını hatırlarken nasıl koktuğunu, havasının nasıl da tenini dağlarcasına yaktığını da hatırlıyordu. Rüzgara ters istikamette yürümenin imkansız olduğu o soğuk kış geceleri doldurdu tüm kalbini. Soğuğu hissedememesinin sebebi soğuğun kalbinden ateşlerin içine doğmuş olmasıydı belki de. Varlığı ile ilgili birçok rivayet vardı zira genç kızın. O cehalet yuvası olan uçsuz bucaksız taşrada, dinin doğal afetlere baskın geldiği o kasabada doğduğunda kaderi belki de diğer iblis efendilerininkine benzeyecekti. Yasak bir ilişkinin günah dolu tohumları gibi doğduğu topraklardan uzağa, okyanusların ötesine saçılması gerekecekti belki de. Nitekim öyle olmamıştı. Letje daha şanssızdı. O doğduğu topraklara kök salmıştı. Köyden kente indiği o nadir zamanlarda gözlerine bakarak haç çıkaran, onu ‘kem gözlü’ olarak anan kilise üyelerine de, kasabalıya da alışmıştı. İlk başlarda kendisine acı veren o farklılık bir süre sonra nefes alışının asıl sebebi olmuştu. Dokuz kardeşten en küçüğü, hayata amaçsızcasına, bir tecavüz mağdurunun kızı olarak gelmiş Letje doğduğu andan beri kaderinde çok daha fazlası olduğunu biliyordu. Bunu diğer insanların gözlerine baktıkça daha da iyi kavrıyordu. Kendi babası o daracık kalıpların içine girmiş, gözünü gencecik körpe kızlardan alamayan basit çiftçi olamazdı. Kendisine can verirken kendi hayatından olan annesi ile paylaştığı kadim sırdı bu, Letje anlamakta gecikmemişti.

    On yaşına basmadan önce bileklerinde kelepçeleri görmüştü Letje. Ardından düzgün beslenememekten zayıf düşmüş bedenini yerin metrelerce altında, karanlık bir hücreye fırlatmışlardı. İblis efendisinin kilise ile tanışması bu şekilde olmuştu. Köyde yaşanan o seneki felaketlerin tüm sorumlusu kem gözleri ile Letje ilan edilmişti. O gözlerin bir çocuğa ait olduğunu inkar eden kilise heyetine inat, bir çocuk gibi günlerce, gecelerce ağlamıştı. Onu sıcacık yatağından sökercesine alıp götürürlerken arkasından seslenen babasının sözü gelmişti aklına. ‘En kısa zamanda seni oradan kurtaracağım.’ Sonra yıllar geçmişti. Letje her kırbaç darbesinde, her nefessiz bırakıldığında, her ölesiye dövüldüğünde ve her tecavüze uğradığında merak etmişti; en kısa zaman, ne zamandı? On gün, on ay, on yıl? Daha kaç gece, kaç gündüz geçecekti? Kaç kırbaç darbesi sonra? Daha kaç defa sünmüş erkeklikleri, leş kokan ağızları ile kilise üyelerine fahişelik etmesi gerekecekti? Çok uzun süre geçmişti. Artık yıpranmış bedeni zaman içinde donmuş ve ölümsüzlüğüne kavuşmuştu. Sonra da gözlerindeki bakış inşa olmaya başlamıştı, geri kalan hayatının her saniyesinde Letje’ye musallat olacak kendi bakışları… Bir şeytan değilken, ona yapılan canavarca şeylerle bir şeytana dönüştüğü doğruydu. Damarlarında dolanan iblis kanını nasıl da hissettiğini hatırladı Letje geçmiş onu ürpertirken. Artık hapsedildiği zindanların dilini sökmeye başlamıştı onca zaman sonra. Kendisi gibi bir taşralı için söyledikleri, bir ağıtı andıran şarkıyı hala hatırlıyordu. Letje her geçen gün bir ceset gibi içten içe çürürken korkması için hücresine çaktıkları o haça aşık oluyordu. Ne kadar da ironikti… Şeytanın gökyüzünün melekleri ile dansı o zaman başlamıştı işte. Letje tüm acıları karanlıkta bulduğu Hıristiyanlıkla dindiriyor, zehirli kanı ölümcül yaralarından dışarı akıtıyor ve ağır ağır iyileşiyordu.

    Böylece geçmişinin başka bir dönemi başlamıştı. Letje ehlileşmişti. Gözlerinin feri sönmüş, boynunda sallanan haça bağlılık yemini etmişti. Kilisenin silahı haline gelmişti. Vampir ve kurtadam baskınlarına karşı köyü, kasabayı ve gücünün yettiği kadarı ile ulaşabildiği her yeri defalarca kurtarmıştı. Hayattaki amacını sonunda bulduğuna inanmaya başlamıştı iblis efendisi. Yılların kendisine bahşettiği öfke ve intikam isteği ile doğaüstü her yaratığı hasmı bellemiş, kilisenin onu zindanlardan saldığı gecelerde bir hayvan gibi avlanmıştı. İşi bittiğinde ise kaçmayı aklından bile geçirmeyerek o zindanlara geri dönmüştü. O zindanlar eviydi. O zindanlar Letje’nin yoktan var ettiği kanatlarıyla kızın bedenini her tehlikeye karşı bir battaniye gibi sarar, korurdu. Güvende hissediyordu Letje. O zindanlar Tanrı’nın eviydi. O zindanlarda yeniden doğmuştu. Başını hücresinin duvarlarına yaslayıp yağmur sesi ile iç içe geçmiş kilise çanlarını dinlediği zamanlar kalbinde huzur bulduğu zamanlardı. Bir hayvan gibi kanlı elleri, kendi pisliğine bulanmış yatağı ve midesini doyurmak zorunda kaldığı bok misali yiyecekler… Bunların farkına varamayacak kadar kördü. Kör olmuştu çünkü geçen yıllar ona parmaklıkların ardında bir dünya olduğunu unutturmuştu. Gündüzü unutmuştu, güneşin doğuşunu, taze süt kokusunu… Konuşmayı bile unutmuştu Letje. Sadece karanlık ve dert anlatmaya çalışan garip homurtular vardı dünyasında. Basitti, anlaşılırdı her şey. O çarpık, o hastalıklı mutluluğun sebebi de bu olmalıydı. Hayatında asla elde edemeyeceği bir sadelik sunulmuştu ona, sürprizlerden arındırılmış. İşin aslı ise çok farklıydı. İblis efendisi o kadar mutsuzdu ki, daha fazla mutsuz olamazdı ve bu, bir güvenceydi.

    İblis efendisi soğukluğunu hissettiği oturma odasında kendini geçmişle yüzleşmek için biraz daha zorladı. Tüm düşüncelerini hayatının kıyamet günü olarak adlandırdığı o zamana odakladı. Zindandaki zifiri karanlığın aydınlandığı ilk seferdi. Letje garip bir merak, garip bir coşku hissetmişti. Uyku mahmurluğundan sıyrılıp emekleyerek parmaklıklara ilerlemiş ve karanlığın içinden çıkagelecek bir ziyaretçi beklemişti. Turuncu, o sıcacık ışık hücresinin karşı duvarına çakılmış gümüş haçı aydınlatırken beklentisi büyümüştü. Sonra… Cehennem. Alevler dört bir yanı sararken Letje ne için cezalandırıldığını düşünmüştü yanmayı göze alarak. Kendisine acılı bir ölüm uygun görüşmüşse, kaçmak? Buna rağmen delicesine bir acı, delicesine bir yaşama tutkusu doldurmuştu içini. Yaşadığı yıllar boyunca bastırılan bütün o duygular çanağından taşarken Letje sahip olduğu tüm büyüyü bedeninden dışarı savurmuştu. Bir zebani gibi ateşle kol kola yürümüştü. Alevlerin içindeki külleri soğumadan yeniden doğarken büyüsünün körüklediği yangın kilometrelerce öteye taşmıştı. Letje o gece huzurlu uykularında olan birçok kasabayı kül etmişti.

    Yaşadığı pişmanlığı ve çöküntüyü hatırlıyordu Letje. Yıllar boyunca saklanabileceği bir hücre, hapsedilip hor görüleceği yerler arayıp durmuştu. İpleri eline almak konusunda başarısızdı. Kendini bulmak adına yaptığı yaklaşık yüz yıl süren o yolculuk sonucunda artık herkes tarafından fark edilebilecek büyülü aurası olabilecek en güçlü haline gelmişti. Letje ayak bastığı topraklardan bu sebeple kovalanmıştı. Terk etmeyi reddettiği yerlerde kendisine bir ömür yetecek kadar güçlü düşmanlar edinmişti. Böylece iblis efendisinden önce namı yürür olmuştu. Kovulmuş. Ona verdikleri isim buydu işte. O cehennemin en derin kazanlarını andıran hücreden sonra hiçbir yere ait olamamıştı Letje. Pes etmek üzere, vazgeçmek niyetinde olduğunu hatırlıyordu. O malum gece bu sebeple karşılık vermemişti düşmanlarına. İsteyerek, uzun yaşamına bir nokta koymak istercesine savunmasız kalmıştı. Aldığı ölümcül yaraların kendisini ağır ağır tüketmesi için atıldığı o hendekte tuttuğu yardım eline dek, ölümü beklemişti. Adalicia. Kurtarıcısı. Letje o eli tuttuğuna asla ama asla pişman olmamıştı. Ölümcül yaralarını iyileştiren ve kaderini kendisi ile paylaşan, belki de tek dostu Adalicia… Yine de onu da cesetlerle dolu o çukura çektiği için üzülmüyor değildi Letje. Tek dostunun hayatını koruması gerekirken başına gelen her beladan sorumlu kişi kendisiydi. Bu yazgıyı değiştirmek için olduğu mertebeye yükselmişti Letje. Adalicia’ya olan borcunu ödemenin başka bir yolu varsa da, bilmiyordu.

    Kapı tokmağının o melodik sesini duyunca Letje gelenin kim olduğunu anladı. Kapıyı çalış şeklinin Adalicia’ya has olmasından da değil sadece, onun geleceğini biliyordu. boş kahve bardağını kenara bıraktı ve kısa bir süre aldığı kafeine rağmen uyukladığını fark etti. Bu sırada saatler geçmiş, güneş doğmuştu. Hemen çıplak ayaklarının üzerinde doğruldu, kollarını hafifçe gerdi ve sabahlığının önünü sıkıp merdivenlerden aşağı indi. Giriş holüne girdikten sonra bir iki adımda kapıya ulaştı ve yorgun ifadesini saklama zahmetine girmeden içeri davet etti Adalicia’yı. Yaptığı yorumu kafasında hemencecik alıp boyutlarına ayırdı. Killian hakkında ne biliyor olabilirdi? Letje politik davranmaya karar vererek konuştu. “İlelebet yalnız olduğumu biliyorsun Adalicia. Yatağım hep soğuk.” İblis efendisinin ayakkabılarını çıkarttığından emin olduktan sonra önden merdivenlere yöneldi. Alt katta sadece giriş holü bulunuyordu, bunun dışında girişe iki tane karşılıklı goblen yerleştirilmişti. Letje o goblenleri hiç sevmezdi. “Zaten uyanıktım, sayılır tabi.” Arkasından kendisini takip eden iblis efendisine seslendi, uyanmıştı. Adımlarını yeniden oturma odasına yöneltti ve siyah deri koltuklardan birine kuruldu. Karşısındaki manzaraya baktı. Cam duvarlardan içeri New York’un yaşlı güneşi doluyordu. “İki saat daha bekleyemediğine göre eminim haberlerin önemlidir Adalicia, seni tanırım.” Gülümsedi. Sağ kolu, kurtarıcısı ve tek dostu… Çikolata tenli iblis efendisine kendi uğursuz gözleriyle baktı. O dolgun, kahvenin güzel bir tonu olan dudaklarının aralanışını ve Letje’nin hayranlık duyduğu dişlerini sergileyişini izledi. Uyum içindeydi Adalicia. Kahvenin en güzel tonlarıyla kuşatılmış egzotik bir meyve gibiydi adeta. Letje o yasak meyveden sulu bir ısırık alacak kadar şanslı çok ama çok az kişi tanıyordu. Arkadaşının özel hayatında uyguladığı diyeti her zaman takdir etmişti. “Evet, neymiş bu kadar önemli olan?” Letje bir şeyler tahmin etmiyor değildi. Garip bir huzursuzluk hissetti ve arkasına yaslanıp karşısına oturmuş Adalicia’ya odaklandı.
Back to top Go down
Adalicia Bérnard
iblis efendisi, doktor
iblis efendisi, doktor
Adalicia Bérnard


Invited Guest. Empty
PostSubject: Re: Invited Guest.   Invited Guest. Icon_minitimeSun 29 Jul - 14:34

    Gülümsedi Adalicia.
    Dolgun dudakları içten bir gülümsemeyle hayat buldu. Kirazın en olgun rengine bürünmüş dudaklarının kıvrılışı, büyük bir anlam taşıyordu. ”Yalan. Karşısındaki o çok sevdiği kadının yatağı şimdiye kadar hep boş kalmış olabilirdi –belki tek gecelik zevkler dışında- ama bundan sonra boş olacağını düşünmüyordu Adalicia. Her zaman övündüğü birçok yeteneğine ek olarak çok derin sezilere sahipti. Ve Letje’de son günlerde gördüğü değişimler gayet hayırlı işlere işaret ediyordu. Ah, ne kadar güzel olurdu. Ömrünü yalnızlar kulübünde geçirmiş bu denli güzel bir kadının sonunda hak ettiği aşkı bulması? Bunlar belki de sezgilerinin yanlış yorumlanmasıydı, bilmiyordu Adalicia. Belki onu biriyle görmek istediği için buna yoruyordu. Yine de emindi içten içe. Letje’nin mutluluğunu görmek, o hep somurtkanlıkla çizilmiş yüzü neşeyle aydınlanmış görmek… Adalicia gibi kendi hayatından çok sevdiklerinin, aslında dünyada tek sevdiği –kızı olarak gördüğü bu kızın- mutluluğunu istemek çok şey miydi? Onun tek bir içten gülüşü ile mutlu olabilirdi kadın. İç sesi bu mutluluğa ramak kaldığını söylüyordu. Peki Letje’yi bir kenara bırakırsak, Adalicia ne denli yalnızdı? Geceleri eski filmleri izleyerek aşkı tatmak, aşk kitaplarında kendini bulmaya çalışmak. Yalnızlığın sesini geceler boyu dinlemek. Küçük yaşta ailesini terk edip kendi hayatını çizmeye karar verdiği zaman, geleceğini hiç böyle planlamamıştı. Sosyal bir insan olduğunu söyleyemezdi ama en azından hayatında iki-üç insanın olması isteği her gün su yüzüne çıkıyordu. Koşulsuzca Adalicia’yı seven biri mesela? Letje vardı tabii, upuzun bir hayatı birbirlerine destek olarak geçirip, olmamaları gereken bir savaşın odağı olmuşlardı. Ama Adalicia’nın istediği daha farklı bir şeydi, arkadaştan çok aşk. Hoş, gerçi aşka inanmazdı. Ya da aşkı elde edemediği için varlığını ölümüne reddediyordu ama içten içe duyduğu her notanın altında yatan aşk ele geçiriyordu onu. Yalnızlar rıhtımında el ele dolaşabileceği fikri… Her zamanki uçuk fikirlerdendi aslında, aşık olsa bile bunu yürütemeyecek kadar kendini beğenmişti. Bir umudu vardı gerçi, Letje’ye karşı bütün egosunu, kendini beğenmişliğini ve kibrini bırakıp kalbini bütün temizliğiyle açmıştı. Onun istekleri makul olduğu derecede, Adalicia’nın isteklerinin önüne geçmesini kendi sağlamıştı. Ama bir adamla bunu yapmak? İşte tam bunu yapmak istiyordu. Beş yüz yıllık hayatında bir ilk olarak… Saten sabahlığı bütün vücut hatlarını belirginleştiren, bütün alımıyla karşısına oturmuş Letje bir şeylerden bahsediyordu, önemli olan şeylerden. Letje’nin aksine sabırlıydı Adalicia ve konuya girmeden önce saçma sapan şeylerden bahsetmeyi her zaman severdi. Karşısındaki kadınsa bekletilmeye tahammül edemezdi, belki tek istisna olan Ada dışında. Soğuk görünümünün altında yatan kocaman kalbinin sabırsızlıkla attığını hissedebiliyordu. ”Önemli olan çok şey var tabii. Mesela en sevdiğim kahve dükkanı kapanmış.” Bu derece gereksiz bir bilgi, Adalicia için önemli olmasa da önemliymiş gibi sürmüştü ortaya. Çünkü Letje’yi tanıyordu, bu tür şeylere hiç kulak asmazdı. Kahveci? New York’un en iyi wafflecısı? Onun için önemli şeyler bundan çok öteydi, gerçi içinde oldukları savaş sonrası psikolojisinde, hala elini kolunu sallaya sallaya gezen adamlar olduğu sürece, kaktüs üstünde oturuyor olma düşüncesi yok olmayacaktı. Letje’nin belayı başına çekme becerisi bu duruma yardımcı olmuyordu tabii. Yıkım, savaş, ölüm. Onun geçmişini en iyi anlatan üç sözcüktü belki de. Bu denli şeyler yaşamış bir kadının hayatından belanın eksik olmayışı, tarihin tekerrür edişine sadece küçük bir örnek olabilir ancak.

    “Ayrıca dedikodular dolaşıyor herkesin dudaklarında. Gölge, gölgelerin arasından çıkma kararı alacak gibi görünüyor.” Sesi birden ciddileşti Adalicia’nın. Şimdi bir güzellik tanrıçasından çok, büyük bir şirketin başkanı havasında konferans verecek gibiydi. Ne yazık ki, konferans verecek kadar bilgi yoktu elinde. Her zaman, her şeyi bilmeyi kendisine görev edinmiş bu kadın, yediği şeylerin içindeki her maddeyi bile ezberden söyleme sorumluluğunu üstünde hisseden bu kadın, bu derece önemli bir konuda çok az şey biliyor olmasına hayret ediyordu. Bilinebilecek her şeyi biliyordu, sorun daha fazlasının ortaya çıkmamasındaydı. İyi bir adam kimliğine bürünmüştü bu lanet olası Gölge, her kimse artık. Ama Adalicia ve asla yanılmayan iç güdüleri, onun ‘iyilik’ ile hiçbir alakası olamayacağını düşünüyordu. Sahte bir güven kazanma çabası belki, ya da daha büyük planların sadece başıydı bu ‘melek gibi olma’ olayları. Kötülüğü alt eden Superman havası sadece yaptıklarının üstünü kapamak olmalıydı, bunun dışında bir çözüm göremiyordu Adalicia. Bu adam iyi olamazdı. ”Doğaüstü görünen bir takım kötü olayları çözmüş, görünüşe bakılırsa. Bence palavranın daniskası. Bunları çıkaran kendisi olmalı. Daracık taytını giymiş, uçan bir hero düşüncesi çok saçma. İnsanlar neye inanacaklarını bulamadıkları için saçmalamaya başlamışlar.” Her zaman bir şeylere inanmak gerekli midir? İnanç. Olmayan bir tanrının isteklerini yerine getirme çabaları, her mahallede çirkin duvarlarıyla göz kamaştıran kiliseler, papazın dediklerini papağan misali tekrar eden inanç manyağı insanlar, kiliselere yapılan bağışlar ve bu bağışlar sayesinde papazın kendine aldığı spor arabalar. İnsanlar ne kadar saçmaladıklarını göremeyecek kadar aptallaşmıştı. Tıpkı Gölge meselesinde olduğu gibi. Karikatürle başlayıp filme çekilen süper kahramanları gerçeğe çevirme çabaları. Sadece aşağı dünyalılar tarafından değil, insanlar tarafından bile benimsenmeye başlanılan saçmalık zincirinin ilk taşı. Anlamıyordu Adalicia, insanların bu kadar bok kafalı olabileceklerini anlamlandıramıyordu. Derin bir nefes aldı sinirle. Sivri dişleri ortaya çıkmıştı yine, hissediyordu. Dilini gezdirdi dişlerinde, keskin bir bıçakmış misali derisini oyabilecek dişlerinde. Letje’nin daha fazlasını anlatması için kendisine baktığını hissediyordu kadın. O kedi gözlere aynı sabırsız bakışla karşılık verdikten sonra çantasına uzandı yavaşça. Her hareketinden asillik damlıyordu adeta, kendi istemese de her zaman gözlere muazzam hitap etme becerisi vardı. Bir sigara çıkardı paketinden, usulca yaktı. Kendisi yaktı sigarasını. Her daim yanında olacak, sigarasını yakacak bir adamın yokluğu birkez daha oturdu içine, öküz misali. Sigarasından çektiği ilk nefes ile bütün kan dolaşımı yeniden hayat buldu sanki. Isındı, iliklerine kadar. Bağımlılığı yoktu, hayır, istediği zaman bırakabilirdi, sorun bırakmak istemeyişindeydi. Hayata resmen anlam katan bir şey, neden bırakılırdı ki?

    ”Sesi gittikçe daha fazla çıkmaya başladı, buna daha ne kadar göz yumulur bilmiyorum, gerçi göz yumulmasa da, kim olduğu bilinmeden ne yapılabilir ki?” Bilgi isteği. Bilgi açlığı. Bilgisizlik. Adalicia’nın kitabında yazmayan kelimelerden yalnızca bir kaçıydı. Letje aynı şekilde huzursuzlanıyor muydu bu durumdan? Adalicia süzdü onu, hala tek kelime etmemiş o çok sevdiği kadını süzdü. Düşünüyor muydu yoksa Ada’nın söyledikleri zerre kadar umrunda değil miydi? Gölge hakkında pek konuşmamışlardı, zaten Letje ile konuşmaktan çok bakışarak anlaşırlardı. O dikkat çekici parlaklıkta gözlerinin arkasındaki anlam, merak mıydı, endişe mi? Ne zamandır bu kadar derin bakıyordu bu kadın? Yaşanmışlık sırtına bu derece ağır bir yükmüşçesine binmek zorunda mıydı? Zamanda yolculuk. Eğer bir gün mümkün olursa bu, Letje’nin doğup, ne olduğundan habersizce büyüdüğü, etrafındaki insanları sırf farklı olduğu için ürküttüğü o iğrenç cahillik merkezi olan köyüne gidip, Letje katliam getirmeden orayı temizlemeyi istiyordu Adalicia. Bu kadar güç ve tiksindirici şeyleri yaşamamasını istiyordu Letje’nin. Gerçi eğer bunları yaşamasaydı, bu derece güçlü olabilir miydi? Yaşananlar mı onu bu hale getirmişti? Dünyadaki bütün İblis efendisi klanlarının tanıyıp korktuğu, kurt adamların ve aşağılık vampirlerin bile saygısını kazanmış bu kadın, böyle olmaz mıydı eğer iğrenç bir hayat geçirmeseydi? Kader, yazgı, kısmet. Tanrıya inansaydı Adalicia, bu kavramlar da zihninin bir köşesinde yer alırdı. Ama inanç saçmalığına sahip olmadığı için, tüm seçimlerin aynı yola çıkacağı komik bir fikir olabilirdi sadece. ”Dün gece telefon geldi Rusya’daki klandan, onlar bile duyup Gölge’nin gerçekliğini merak edip sordular, saçmalamayı kesmelerini söyledim tabii.” Düşünceler arasından aniden sıyrılmıştı kadın ve sözcükler fırlamıştı dudaklarından. Diğer klanlarla iş birliğinin önemi su götürmez bir gerçek olabilirdi ama Adalicia hiçbir zaman nazik davranmayı becerememişti. Onun kalıbına uymayan insanlara karşı, oldukça kaba olabiliyordu. Letje’nin onu sağ kol yapmaması gerekirdi, mevcut barışı ve işbirliğini tehlikeye atabilecek kadar büyük bir ağzı ve sivri lafları vardı. Etrafındaki herkesi umursamadan eleştirirdi, Letje’yi bile, fakat sorun Letje’de eleştirilebilecek şeylerin azlığıydı. Büyük ayak parmakları yoktu mesela ya da saçma sapan düşüncelerini hök diye fırlatmıyordu ortaya, saçma düşünceleri Ada’nın saçma düşünceleriyle eşleşiyordu veya. Letje’yi eleştirmeme isteği mi vardı yoksa, kalbinin derinliklerinde? Ya da bu kadar mükemmel miydi, eleştirilemeyecek kadar? Ama büyük bir acı gerçek vardı ki, kimse mükemmel değildi.
Back to top Go down
Sponsored content


Invited Guest. Empty
PostSubject: Re: Invited Guest.   Invited Guest. Icon_minitime

Back to top Go down
 

Invited Guest.

View previous topic View next topic Back to top 
Page 1 of 1

Permissions in this forum:You cannot reply to topics in this forum
Unwonted Dimension RPG :: Manhattan-
Create a forum on Forumotion | ©phpBB | Free forum support | Report an abuse | Forumotion.com