Başlık



Share
 

 Başlık

View previous topic View next topic Go down 
AuthorMessage
Tristan Majere
kurtadam
kurtadam
Tristan Majere

İlişki Durumu : Yalnız kurt ;)

Başlık Empty
PostSubject: Başlık   Başlık Icon_minitimeWed 25 Jul - 14:26

Tristan & Lyvia


    Kutu gibi apartman dairesinden adımını atmayalı neredeyse bir hafta olmuştu. Her zaman geçtiği sokaklar, dinlediği onca şarkı, tanıdığı onca insan son zamanlarda nefes almak kadar ehemmiyetsiz geliyordu. Damağına yerleşen tadı, zehir gibi bir his söküp atmıştı ve dünyanın en tatlı meyvesi bile Tristan’ı iğrendiriyordu. Derisinin ardında, içinde kıskıvrak kalmıştı ve zayıf nefeslerini muhafaza etmek için içinde biriken ne varsa haykırmamak için zor tutuyordu. Onu yaşamaya zorlayan bir şey vardı, kendi iradesinin bile üzerindeydi. Oysa istediği tek şey kurtuluştu, tek bir kelime, ardından nokta koyup hikayesini sonlandıracaktı. Kaleme eli bile dokunamamıştı oysa. Yalnızca cümledeki görevini yerine getirmek için varolmuş gibi. Basit bir nesneydi, etkisi zayıf. Ona bir şans verselerdi şayet hikayesinin değil de tamamen ona ait bir şiirinin olmasını dilerdi. Onca basit kelimeyi belki de sadece yerlerini değiştirerek çekici kılmak isterdi. Kim okusa farkında olmadan kelimeler içine akardı okuyanın, unutulmazdı hatta tek bir dize bile. Ya da yaşadığı ne varsa en ruhsuz insan bile her mısradan sonra kendi acısıymış gibi hissedebilirdi. Tıpkı Tristan gibi kıvranırdı. Bencilce. Ama istediği tam da buydu, Tristan’ın canı yanıyorsa başkalarının da yanmak zorundaydı. Şu anda yaptığı gibi kendi acısını dindirecek saçmalıklarla uğraşmadan herkesle skorunu eşitleyecekti. Bu düşünceleri içindeki alevi daha da harlıyordu, gözlerindeki tehlikeli ışık da buna delaletti. Zorlarsa belki demiri bile eritebilirdi. Her an infilak edebilirdi veyahut, ancak darbeyi yalnızca kendisinin alacağına emindi. Bir tek kendine ciddi anlamda zarar verebilirdi. Akıntıya kürek çekiyordu, ilerleyemediği gibi sürekli de geriliyordu. Her şey masum görünen bir iblisten sonra sarpa sarmıştı. Güven. İnsanı aciz koyuveren belki de ölümün ayağına sürükleyen cani bir histi. İnsani bir dürtü. Çünkü insan yalnız kalmaktan ölüm kadar korkardı. Birine güvenecek aslında yalnız olmadığını anlayıp kendini teslim edecekti. İşte Tristan defalarca bu hataya düşmüştü. Hata tekerrür edince pişman olmak yersizdi çünkü bir defa deneyimlemişti ve neyin yanlış neyin doğru olduğu ayrımına varmalıydı. Tristan’ın yaptığını sadece aptallıkla tanımlanabilirdi. Kendisini yerden yere vurması da bundandı ya. O, zamanını ne kadar zeki olduğunu söylemekle geçiren biriydi evvelden. Tükürdüğünü yalamıştı. Ancak yine de her şeye rağmen insan tarafı ayakta kalmaya diretiyordu. Umutlarından destek alıyordu. Çünkü artık inanacak gücü yoktu. Umutlarına kanabilirdi yalnızca.

    Lyvia… bir dua gibi sessizce çıktı isim dudaklarının ardından. Saçma toplantılarda bile hitap etmeye korkar olmuştu. İsmini söylemeyi bile özlemişken onunla geçirdiği hayatının en güzel dönemlerine duyduğu hasret hiç de azımsanamazdı. Bir anda çıkarmıştı içinden Tristan’ı. Ancak Tristan’ın kalbinde hala hükümdarlığını sürüyordu genç kadın. O Lyvia’ya tutuktu, Lyvia ise başkasını. Bu artık bir intikam meselesi değildi. Tek bir davası vardı artık, çektiği acıları herkes de çekecekti. Ümidi planlarının yalnızca kelimelerle sınırlı olmaması yönündeydi. Ancak kendini blu çağındaki bir yeni yetme gibi evine kilitleyerek başaramayacaktı bunu. Zaten yarım saat evvel biri Tristan’ı hatırlamış olacak ki telefonunu çaldırdı. Eugene. “Belanı mikecem senin Eu.” Bir gün onu da yapacaktı. Liderinin sesindeki endişe bir anda tüm keyfini yerine getirmişti. Tüm belaların başına üşüşmesi için her gün dua ediyordu ya da lanet ediyor daha doğru olur. Tristan doğru insan olduğunu düşünüyorsa eğer ona koşulsuz güvenirdi, ne yazık ki. Ancak Eugene’e bağlı olmak başına gelen en büyük pişmanlıktı. En azından hayatı boyunca yalnızca tek bir tane de işaretlese doğru şıkkı işaretlemek istiyordu. Ölüm. Boruyu tıkayan tek pislik Eugene idi. O ortadan kalktığında tesisat işlevine geri kavuşacaktı. Keyifsizce pencere kenarındaki koltuktan kalktı ve üzerine kokmayan bir şeyler geçirmek için yatak odasındaki yığını ayıklamaya başladı. Giyebileceği bir şey bulabildiğine sevinmişti. Yine de diğer kirlilerin kokusu sindiğinden parfüm sıkmayı ihmal etmedi. Brooklyn’deki bardan bozma sözde karargaha doğru yola koyuldu. Zaten Brooklyn’de oturduğundan beş dakikadan kısa bir sürede varabilmişti. Saat en erken akşam yedi olsa da bar tıkabasa doluydu. İğrenç. Yalnızca klan üyelerinin bildiği merdivenlerden inerken Eugene’in kulak tırmalayan sesini işitti. Piç kurusu.Yalnızca ültimatom vermeyi bilirdi. Adımlarının geri yukarı çıkmak istiyormuş gibi yavaşlamasının sebebi de adamın tek bir kelimesine bile tahammülü olmadığından üzerine atlamaktan ve hatta infaz edilmekten korktuğundandı. Merdivenin sonuna geldiğinde derin derin nefes alıp verdi. Suratını asıp adama doğru ilerlemeye başladı.[color:835f=# 214622]”Ne oldu? Sesin endişeliydi.” Tut kendini Trist tut kendini. Sok elini cebine. Cebinin içinde elini yumruk şeklinde sıkıyordu. Adam Lyvia’nın ismini söyleyince tüm öfkesi buharlaşıp havaya karıştı. Ona bir şey mi olmuştu? Neredeyse adamın yakasına yapışacaktı ağzında eveleyip gevelemesin diye. Söyleyene kadarki birkaç saniyeyi hatırlamıyordu. Bir yakınını kaybettiğinden Paris’e gittiğinden bahsetmişti. [color:835f=# 214622]”Peşinden gidebilirim. Tek başına gönderemezsin.” Zaten adamın diyeceği bu olduğundan ses etmemiş yalnızca kafasını sallamıştı. Bir dakikadan kısa bir sürede bardan ayrılıp evin yoluna koyuldu. Eve vardığında bavul bile hazırlamadan yalnızca pasaportunu, kimliğini ve gerekli belgeleri alıp en yakın havaalanına doğru yola koyuldu. Bahsettiğine göre Lyvia çoktan orada olmalıydı. Aslında fazlasıyla canını sıksa da Trist’i göndermek yerine kendisinin gitmesini daha mantıklı bulmuştu Tristan. Hoş, istediği kesinlikle bu değildi ama Lyvia hak ettiği değeri görmeliydi. En yakın uçuşa bilet aldı, yaklaşık yarım saat sonrasına bulduğu için şanslıydı. Koca bir okyanus geçmek zorunda kalmasa dönüşüp gidebilirdi, bunu cidden yapardı. Ama mecburen insan yapımı devasa makinelerin hızıyla kısıtlanmak zorundaydı. Yarım saati öyle ya da böyle geçirdikten sonra nihayet uçağa binebilmişti.
    **
    Uçaktan indiği vakit yüzünü sert bir rüzgar tokatlamıştı. Hava alanına adımını attığında ise aşina kokunun daha önce buradan geçtiğine emin oldu. Zaten nerede olacağı hakkında hiçbir şey söylememişti Eugene hıyarı. Tristan da bu sebeple hastalığının ona sunduğu imkanları kullanacaktı. Telefonunu da yanına almayı unutmasaydı her şey daha kolay olacaktı. Cave’de unutmuştu o telaşla muhtemelen. Hava alanının önünde bekleyen bir taksiye bindi ve tamamen iç güdüsel olarak Champ de Mars’ın ismini vermişti. Ancak meydana gelmeden evvel gözüne takılan bir pastanenin önünde durdurdu taksiyi. Lyvia’nın eskiden sevdiği renk renk macaronlardan alıp rüzgarın uzaklardan getirdiği o güzel kokuyu takip etmeye başladı. yaklaştıkça kokusunu da enerjisini de daha net algılıyordu. Yeşil meydanın bir ucuna vardığında Lyvia’nın diğer ucunda olduğunu kolaylıkla seçebilmişti. Belki on beş dakika kadar sonra en fazla on adımlık mesafeye düşürmüştü aralarındaki mesafeyi. Yeşil çimenlere oturmuş Tristan’ın gözlerinin göremediği bir yere dikmişti gözlerini. Tristan yavaşça yanına oturdu ve oturduktan bir süre sonra yaklaşık üç dakika boyunca sesini çıkartmadı. En sonunda başını Lyvia’dan tarafa çevirmeden [color:835f=# 214622] “İyi misin?” dedi fısıltıyla. Ardından da yanına attığı kutuyu eline aldı ve kapağını açıp Lyvia’ya uzattı. [color:835f=# 214622] “Senin için. Eskiden severdin.” Genç kadının gözlerinin önüne düşen saçları çekmek için davrandıysa da elini hareket ettirmedi. Tirbüşon .
-Tam bin kelime olsun diye tirbüşon. Bi de renk kodu olmamış ama uğraşamadım-
Back to top Go down
Lyvia Slvera
kurtadam, ressam
kurtadam, ressam
Lyvia Slvera


Başlık Empty
PostSubject: Re: Başlık   Başlık Icon_minitimeSun 29 Jul - 14:38

    Ölüm.
    Beklenmedik anlarda, insanı kuşatan sarsıcı duygu. Sevdiklerini yer yüzünden silip atan, son nefeslerini alıp s*ktirip giden olmaması gereken bir tecrübe. Kayıplar, büyük kayıplar. Bunları yaşamak için çok gençtim ya da ölümle ilk kez dans ettiğim için bu derece sarsılmıştım. Bir dostun bedeninin çürümeye başlaması, bir zamanlar oksijenle hayat bulan ciğerlerin bir daha oksijeni tadamayacak olması, mutlulukla ışıldayan gözlerin parlaklığının sonsuza kadar yok olması… Ölüm, bundan mı ibaretti? Beden çürüyecekti yer altında, böceklerin yemi olacaktı, zamanla sadece topraktan ibaret kalacaktı. Peki ya ruh? Bedeni kabuk misali kullanan ruh nereye giderdi ölünce? Hep yanımda olacak mıydı, varlığını her zaman hissedecek miydim Anisha’nın? Ruh=Anisha değil miydi? Ölünce neler olduğu konusunda niye bir bilgi yoktu, bilgisiz kalınacak bir durum olamazdı bu. Anisha’ya neler olduğunu öğrenmeliydim, ama lanet olsun ki bedeninin üzerine toprak atılmasını izliyordum. Çocukluğumu birlikte geçirdiğim, birlikte dönüştürüldüğüm o hayat dolu kız, nasıl toprak olup gidebilirdi? Kışın bütün soğuğunu tenimizde hissettiğimiz o lanet gece, fazlasıyla vahşi bir kurt adama rastlamıştık. Günün sonunda kendimize geldiğimizde, apayrı bir canlılık hissetmiştik. Dolunaya ilk kez birlikte çıkmıştık, ta ki kendi yolumuza gidene kadar her şeyi birlikte yapmıştık. O benim ikinci doğumumun simgesiydi. Birlikte doğmuştuk ve günün birinde ecelimizle, birlikte ölmeliydik. Bu yaşında, bu derece iğrenç bir ölümü hak etmiyordu, hak edebilecek milyonlarca insan varken, neden Anisha? Vampirler. Aşağılık yaratıklar. Hepsinin kökü kurumalıydı, yer yüzünden sonsuza dek silinmeliydiler. İnsan kanını içip kontrolsüzce can alan bok çuvalı yaratıklar. Anisha’nın sonunu onlardan biri getirmişti işte. Her ne kadar onun peşine düşüp, canını kendi ellerimle almayı istesem bile, bu işi Anisha’nın sürüsü çoktan yapmıştı. Keşke beni bekleselerdi. Anisha’ya olanları unutturamazdı, belki öfkemi bastırmama yardımcı olurdu çünkü o an öfkemin içimde patladığını hissedebiliyordum. Dışa vurmalıydım. Ama cenaze sırasında olmazdı. Kurt adamların ölülerini yemek gibi nahoş bir huyu oluyordu fakat anlaşılan bu klan daha medeni kalmıştı. Onlarca insan simsiyah kıyafetleriyle boy gösteriyordu tabutun yanında. Çoğunun yüzünde anın gerektirdiği yapmacık bir üzüntü ifadesi vardı. Peki ya benim? Suratımın en küçük damarlarına kadar parçalandığını hissedebiliyordum. Gözlerimdeki yaşlar dudaklarımı ıslatıyor, ağlamamak için kendimi tutmaktan dudaklarım titriyordu. Yine de engel olamıyordu tuzlu göz yaşlarıma, tenimi buharlaştıracak kadar ağırdı yaşlar. Süzülüyordu kontrolsüzce. Kalbimin üstüne oturmuş bir öküz parçalıyordu kalbimi. Ağırlığını taşıyamıyordum, ruhum kristalleşiyordu adeta. Yine de ne kadar üzülürsem üzüleyim, olanları geri döndüremeyeceğimi biliyordum ve bu hepsinden çok koyuyordu. Konuşma yapmaya başlamıştı insanlar, bilindik taziye sözlerini dile getiriyorlardı. Sanki bu anı anlatabilen bir kelime varmışçasına herkes konuşmak için can atıyordu. Sürüsünün lideri –tanımasam da Anisha epey anlatmıştı onu ve bana bizzat o haber vermişti- nedensiz yere bana bakıyordu. Sanki bir şeyler söylememi istermişçesine. Uğultular doldurmuştu kulaklarımı, liderin yanıma geldiğini görebiliyordum yaştan ağırlaşmış kirpiklerimin arasından. Bir şeyler söyledi, kulaklarım dış dünyayla bağını o kadar koparmıştı ki, tek tek kelimeleri seçebildim sadece. ”Haydi Lyvia.” Konuşmam mı bekleniliyordu? Kelimelerin kifayetsizleştiği şu dandik anda, ne dememi bekliyorlardı ki? ”Ben.. yapamam… Hayat bu denli acımasızken, yaşaması gereken insanlar ölmesi gerekenler tarafından zalimce katledilirken ben ne diyebilirim ki? Hayat bir kere daha adaletsizliğini gösterdi işte. Anisha, hepimizden çok hak ediyordu yaşamayı oysa şimdi bedeni çürüyecek ve…” devamını getiremedim, göz yaşlarım kıyafetimi ıslatmaya başlamıştı. Anlayışlı mırıltılar duydum, bir sürü kol hissettim omuzlarımda. Lider yanı başımda, elimi sıkıyordu metanetle. Ben ise bütün bunları anlamsız buluyordum.
    **
    Dakikalar yavaşladı ama yine de durduramadı zamanın akışını. Yelkovanın her bir hareketi kalbime bıçakla saplanmış gibi acı veriyordu. Onsuz geçen her dakika. Dünyanın varlığını kaçırmıştım sanki, hiçlikler denizinde kulaç atıp hiç’e varmaya çalışıyordum. Kalbim ona olan sevgimi hissedip ağırlaşırken, bütün benliğim onunla olan anılarımla kuşatılmıştı. Hiçbir emir almadan hareket etti ayaklarım, aşıklar kentinde. Kulaklarıma vıcık vıcık öpüşme sesleri doluyordu, sanki komik bir şey varmışçasına gülüşüyordu insanlar. Mutluluk sıçıyorlardı adeta. Güzel bir günün daha sonlanışına dem vuruyorlardı anlamsızca. Batan güneşin ardında bıraktığı karanlığı parıltılarıyla yok etmeye çalışıyorlardı. Benimse dünyam kararmıştı, havadan bana ne? Oturdum. İlk defa baktım dışımdaki dünyaya, Eiffel kulesinin etrafını kuşatan kalabalığın ardındaki çimlerde yer bulmuştum kendime, istemsizce. Bu kuleye Tristan ile gelmiştik, yanımızda Anisha ile. O zamanlar çıkıyorduk tabi, her sevgili gibi mutluluk yayıyorduk etrafa kocaman gülümsemelerimizle. Anisha oturduğum yerde fotoğrafımızı çekmişti Tristan ile benim. Mutluyduk, mutluydu. Şimdiyse Anisha en küçük moleküllerine kadar ayrılıp, toprağa karışmaya başlamıştı. Tristan ise sadece arkadaşım olarak kalmıştı, sadece arkadaş. Zaman, ne kadar da değiştiriyordu her şeyi. Aşk. Dostluk. Güven. Hayatı yaşanılabilir kılan kavramlardı, kavram aynı kalsa da değişiyordu içerik. Dostum artık toprak olmuştu mesela, aşık olduğum kişi artık dostum olmuştu. İkinci baharı yaşamaya başlamıştım, karşılıksız ve acımasız olsa da; Eugene ile. Eugene. İsmini fısıldamak bile acımı dindirmişti, saniyelik de olsa. Ondan kilometrelerce uzaktım. O, sıcacık odasında Howlegn içip fahişelerle tatmin olurken, ben bu yabancı şehirde kendi acımı paylaşıyordum kendimle. Acıyı unutmak istemiyordum, hep içimde kalsın, hep hatırlansın istiyordum ama bir yandan da ciğerlerim oksijensiz kalmıştı sanki acının ağırlığından. Sarhoş olup, unutmak istiyordum. Sanki böyle bir şey mümkünmüşçesine. Aniden bütün düşüncelerimden uyandım şaşkınlıkla. Bu gavur şehirde, yabancı kokuların burnumun direğini sızlattığı sikik şehirde, tanıdık bir koku doldurdu burnumu. Ama böyle bir şey mümkün olabilir miydi? O, çıkıp gelebilir miydi, benim için? Düşünceler ve şaşkınlık turladı zihnimde. Bana yaklaşan birinin varlığını hissettim. Bu acının bende bıraktığı bir yanılma mıydı yoksa yanıma oturan adam Tristan gibi mi kokuyordu? O tanıdık parfümünün arkasına sinmiş tıraş losyonu ve hepsine ağır basan kendi kokusu… Bekledim. Sadece bekledim. Gözlerimi ilerde ne olduğunu bile hatırlamadığım bir noktaya dikip, konuşmasını bekledim. Ve yine unuttum zamanın akışını. Yanıma birinin geldiğini. Tüm düşüncelerim buharlaştı yine, tek bir şey doldurdu zihnimi: Anisha. ”İyi misin?” Bir kere daha yaşadım bilinç bulanıklığını. Oksijen doldurdum ciğerlerime. Yüzümü göstermedim Tristan’a, o çok bildiğim sesin sahibi, o muazzam adama. Mücadele ettim kendimle, Tristan ile yüz yüze gelirsem göz yaşlarına hakim olmaktan korktum ölesiye. İçimdeki teselli edilmeye aç kısım kazandı mücadeleyi. Yavaşça döndüm, bana macaron uzatan adama. Ağlamaktan kızarmış gözlerim, ruh görmüşçesine beyazlamış suratımla, onun hatırladığı Lyvia’nın çok ötesinde olmalıydım. Çok daha çirkini, çok daha korkuncu. Çimenliğin her tarafı doluydu, bana yakın olan tarafı hariç. İnsanlar korka korka uzaklaşmış olmalıydı. Bu kadar acınacak durumda olmalıydım demekki. Titreyen ellerle bir macaron aldım, bir şeyler yemek gibi sıradan bir düşüncenin hala olması ne kadar ironikti. ”Teşekkür ederim.” Engel olamadım. Süzüldü gözlerimden yaşlar, hüzünle. Kendimi toplamaya çalışmadım. Gözlerimi yönelttim adama. ”Neden buradasın?”



    not: Tam bin kelime oldu lan, söz verdiğim gibi, bu kadar da mükemmelim işte Cool
Back to top Go down
 

Başlık

View previous topic View next topic Back to top 
Page 1 of 1

Permissions in this forum:You cannot reply to topics in this forum
Unwonted Dimension RPG :: Eiffel Kulesi-
Forum create on Forumotion | ©phpBB | Free forum support | Report an abuse | Forumotion.com